Fındık, Fiskobirlik ve "Mondragon" Örneği: Ahmet Dursun Yılmaz Röportaj

Kendinizi ve yaptığınız işi bize biraz anlatır mısınız?”

Fındıkla olan yolculuğum çocukluk yıllarıma dayanır. Henüz 7–8 yaşlarındayken Bulancak Tarım Satış Kooperatifinin önünde, fındık teslim amacıyla çuvalların üzerinde sabahladığımı hatırlıyorum. Babam, ben 14 yaşındayken vefat etti. O günden sonra ailede fındıkla ilgili tüm sorumluluğu üstlendim. Kardeşlerim ve annemle birlikte yıllarca geçimimizi fındıktan sağladık. Fındık sayesinde dört kardeş de üniversite okuyabildik.

Ben, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde Kamu Yönetimi bölümünü bitirdim. Ardından Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde (TODAİE) Kamu Yönetimi alanında yüksek lisans yaptım. Girdiğim sınavları kazanarak Ticaret Bakanlığı’nda Kooperatifler Kontrolör Yardımcısı olarak göreve başladım. Yeterlik sınavından sonra Kooperatifler Kontrolörü görevimi sürdürdüm. Bir dönem Ankara Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü yaptım; bu görevim 1993–1997 yılları arasında, yaklaşık üç buçuk yıl sürdü. Daha sonra yeniden Kooperatif Kontrolörlüğü görevine döndüm. 2005 yılında ise emekli oldum.

Yüksek lisans tezimi “FİSKOBİRLİK Örneğinde Örgütlenme Sorunları” başlığıyla ve “alan araştırmasına” dayalı olarak hazırladım.

Yıllar boyunca çok sayıda kooperatifi denetledim. Özellikle TARİŞ ve FİSKOBİRLİK’te yoğun şekilde görev aldım. TARİŞ’in yeniden yapılandırma çalışmalarında da aktif rol oynadım. Bunun dışında eczacılar kooperatifleri, yapı kooperatifleri ve daha birçok alanda faaliyet gösteren kooperatiflerde denetim yaptım. Neredeyse denetlemediğim kooperatif türü kalmadı diyebilirim.

Eskiden, Köy Kalkınma Kooperatifleri hariç tüm kooperatifler Ticaret Bakanlığı’na bağlıydı. Bu kapsamda eğitim, yayın ve yapı kooperatifleri dâhil olmak üzere çok geniş bir yelpazede denetim gerçekleştirdim. Bir dönem Tarım Satış Kooperatiflerinin yanında Tarım Kredi Kooperatifleri de Ticaret Bakanlığı’na bağlıydı; o dönemde bu kooperatifleri de denetlemiştim. Yani sistemin her iki tarafını da yakından tanıyorum.

Emeklilikten sonra bir süre mali müşavirlik yaptım; kendi bürom vardı. Ancak memur kafasıyla özel sektörde para kazanmak kolay değilmiş, bu işi bıraktım. Bir dönem Tiftikbirlik (Tiftik ve Yapağı Tarım Satış Kooperatifleri Birliği) Yönetim Kurulu Üyeliği ve Genel Müdürlük görevlerinde bulundum. Oradan ayrıldıktan sonra ise kurumsal bir işim olmadı.

Şu anda bağımsız denetim işleriyle ilgileniyorum. Mali müşavir ve denetçi olarak kooperatiflere yönelik dış denetim yapıyorum. Ayrıca Yeşil Giresun Gazetesi’nde köşe yazıyorum. Fındık üretimi ile ilgileniyorum. Hayatımız böyle devam ediyor.

FİSKOBİRLİK’in geçmişten bugüne gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugünkü durumunu tarihsel perspektifle nasıl okumalıyız?

FİSKOBİRLİK’in son 20 yılını çok detaylı bilemiyorum ama kısa bir süre önce dikkat çekici bir gelişme yaşandı. FİSKOBİRLİK Yönetim Kurulu Başkanı ve 28. Dönem Sakarya AK Parti Milletvekili Lütfi Bayraktar, Giresun Merkez’de bulunan, hem FİSKOBİRLİK’in hem de şehrin değeri en yüksek arsasını satışa çıkardığını öğrendik. Ancak Giresunlular bu satışa gerekli tepkiyi göstermedi. Gerekli kamuoyu oluşmadı. Bu durum herkesin kendi payına düşeni sorgulaması gereken bir konudur. Çünkü bu toprağa, bu değere çok kimse sahip çıkmadı. Az sayıdaki kişi sahip çıkmaya çalışanlar da var.

FİSKOBİRLİK’i ve genel anlamda kooperatifçiliği konuşacaksak, biraz tarihsel perspektifle başlamamız gerekiyor. Kooperatifçilik, aslında Cumhuriyet’ten önce de Anadolu topraklarında vardı. Kooperatiflerin Balkanlar üzerinden Türkiye’ye geldiği kabul edilir. O dönemlerde Türkiye’nin üç temel ihraç ürünü vardı: fındık, kuru incir ve kuru üzüm. Bu ürünler Cumhuriyet öncesinde ve sonrasında da sürekli olarak ihraç edilmiştir. Ancak ihracat sürecinde kapitülasyonların sağladığı imtiyazlarla Levantenler (yabancı asıllı tüccarlar) üreticiyi sömürmüş, ürünleri ve kârını başka ülkelere aktarmıştır. Giresun’da da İzmir’de de durum buydu. Levantenler, yerli işbirlikçileri aracılığıyla üreticiden düşük fiyata ürün alıp Londra gibi merkezlere göndermekteydi. Tıpkı bugün olduğu gibi üreticinin emeği sömürülürken kazancı başkaları paylaşıyordu.

Giresun’da o dönemde bir kooperatif yapısı yoktu ama Cumhuriyet’le birlikte ciddi adımlar atıldı. 1920’de Atatürk Kooperatif Kanunu için bir tasarı hazırlattı, fakat savaş koşulları nedeniyle Meclisten geçirilemedi. 2023’den sonra birkaç kanun daha çıkarılmış ise başarılı olamamıştır. 1935 yılına gelindiğinde Tarım Satış Kooperatifleri Yasası çıkarıldı. 2834 ve 2836 sayılı Yasalarla hem Tarım Satış hem de Tarım Kredi kooperatiflerinin yasal zemini oluşturuldu.

Bu yasaların dil çalışmaları da çok ilginçtir. O dönem kullanılan Osmanlıca ve Türkçe arasında dengeli bir anlatı dili kullanılmıştır. Örneğin “Arsıulusal” uluslararası, “Buçlu soravlı” ise sınırlı sorumlu anlamına gelir. Bu tür özenli ve güzel terimlerle düzenlenen Yasalarla kooperatifçilik hızla yaygınlaşmıştır. İlk kooperatifler İzmir ve Giresun’da kurulmuştur. 1938 yılında ise FİSKOBİRLİK hayata geçmiştir.

Bu süreçte dönemin Başbakanı İsmet İnönü'nün Mecliste yaptığı Yasa tasarısını sunuş konuşması çok çarpıcıdır. İnönü, “Biz öyle yöneticiler atayacağız ki, ufkun arkasındaki dumanı görecek, oradaki sorunları çözebilecek nitelikte olacaklar.” demiştir. O dönemde bu yaklaşım başarıyla uygulanmıştır. 1935’ten 1962’ye kadar tüm Tarım Satış Kooperatifleri öz kaynaklarını büyütmüş, kendi ayakları üzerinde durmuştur. Devletin doğrudan desteği olmamış, Ziraat Bankası'ndan sadece sınırlı, kısa vadeli kredilerle desteklenmişlerdir.

Ancak 1963’te işler değişmeye başlamıştır. “Destekleme alımları” politikası devreye girmiştir. Bu süreçte destekleme alımlarının etkisiyle fındık ve üzüm dikim alanları hızla artmıştır. Özellikle fındıkta bu artış, ihtiyaçtan fazlasına ulaşmıştır. 1980 yılında Fındık Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Yasa çıkarılmış ve bu yasa hâlâ yürürlüktedir. Bu Yasaya karşın 1980 yılı sonrasında fındık üretim alanlarında ciddi bir genişleme yaşanmıştır. Örneğin Ordu’daki üretim alanı üç katına, Samsun’daki dört katına çıkmıştır. Günümüzde Samsun en büyük fındık üreticisi olduğunu iddia etmektedir. Düzce ve Akçakoca’da da üretim kısıtlıdır. Ancak kooperatiflerin ilk kuruluş yerlerine baktığınızda Giresun, Bulancak, Ordu, Trabzon ve Keşap gibi merkezlerin öne çıktığını görürsünüz. Bu iller, FİSKOBİRLİK’in temellerinin atıldığı yerlerdir.

Fındıkla ilgili politikalarda yıllardır ciddi bir tutarsızlık söz konusudur. Aslına bakarsanız bu yalnızca fındık özelinde değil, tüm tarımsal alanda geçerli bir durum. Adeta üretici batsın, üretici çöksün anlayışı hâkim. Böyle bir ortamda da bizim bölgemizdeki üretici, yani Giresun, Ordu, Trabzon havalisindeki insanlar, fındıklarını FİSKOBİRLİK’e teslim etmiyorlar. Neden? Çünkü Giresun fındığı kalite olarak önde gidiyor. Birinci sınıf çerezlik fındık olarak değerlendiriliyor. Bu nedenle yerli ve yabancı tüccarlar doğrudan gelip alım yapıyor. Diğer bölgelerin fındıkları ise daha çok endüstriyel amaçla kullanılıyor.

Örneğin Düzce fındığı yağ oranı düşük olduğu için eziliyor, kırılıyor, ezme ve kakaolu ürünlerde kullanılıyor. Bu da üretim maliyetini düşürüyor. Böylece daha kolay satılıyor. Ama Giresun fındığı, özellikle tombul çeşidi, çok kıymetlidir. Ancak FİSKOBİRLİK ve TMO, bu fındığı bilinçli olarak almıyorlar. Mesela TMO.’nin Tokat gibi bir yerde alım merkezi var, Ordu’da 40’a yakın alım merkezi var. Ama Giresun gibi fındığın merkezi olan bir yerde ise sadece birkaç alım noktası bulunuyor.

Eskiden durum böyle değildi. FİSKOBİRLİK’in Bulancak’ın İcilli ve Bozat köyleri dâhil birçok yerleşiminde alım yerleri vardı. Piraziz de dâhil olmak üzere 10’dan fazla noktada alım yapılıyordu. Ama şimdi? Üretici fındığını ilçe merkezine kadar taşımak zorundadır. Bu da ekonomik olarak zarar, maliyet artışı, zaman kaybı demektir. O yüzden kimse ürün teslim edemiyor. Ülke genelinde FİSKOBİRLİK’in alım oranı, rekoltenin %1’inin bile altına düştü.

TMO da üreticiye 40 gün sonra ödeme yapıyor. Randevu süresiyle birlikte 2-3 ayı buluyor. Bu da üretici için ciddi bir sorun. Ürünü teslim etse bile parasını geç alıyor. Bu koşullarda fındık üreticisi ister istemez serbest piyasadaki alıcılara yöneliyor. Kaldı ki, özel sektör Giresun tombul fındığını tercih ederken TMO almak istemiyor. Bu işleyiş, Giresun Bölgesi kooperatiflerinin Fiskobirlik genel kurulunda temsil gücünü olumsuz etkiliyor. Çünkü FİSKOBİRLİK’te delege yapısı, teslim edilen ürün miktarına göre belirleniyor. Batı bölgelerindeki üreticiler sistemli şekilde az miktarda da olsa ürün teslim edip temsil haklarını koruyorlar. Ama bizim bölgemizdeki üreticiler temsil konusunda zayıf kalıyor. Bu da yönetimde söz sahibi olamamak demektir.

1993 yılında Konuralp Kooperatifi’nin kuruluşu için bölgeye analiz yapmaya gitmiştim. O zaman dağ bayır gezip kooperatif kurulabilir mi diye araştırmalar yaptım. En küçük üretici bile 7 ton üretim yapıyordu. Bizim Bulancak’ta bu miktarda üretim yapan “ağa” sayılıyor. Ancak oradakiler ormanlık arazileri kırarak fındık dikmişler. Hatta Çarşamba’da denetim yaptığım bir üreticinin 4 bin dönüm fındık bahçesi vardı. Neredeyse bir ova büyüklüğünde bir alan! Bunlar ellerini bile sürmeden para kazanıyorlardı.

Bu üretim farklılığı, FİSKOBİRLİK’teki temsil kabiliyetimizi de yok etti. Giresunlu üreticiler birbirini koruyan bir yapı kuramıyor. Genellikle siyasi ayrımlar üzerinden hareket ediliyor. “O bizim partiden” diyerek destek verilen insanlar Giresun’un çıkarlarını değil, kişisel veya bölgesel çıkarları ön plana koyuyor. Batı bölgesinden, Ordu veya Trabzon bölgesinden bazı isimlerin Genel Müdürlüğü Giresun’dan uzaklaştırma çabaları bile oldu. Bu açık bir saldırı değil belki ama davranış biçimi olarak Giresun’a zarar veren bir tutumdur.

Sonuçta Giresunlu üretici, Fındık ve FİSKOBİRLİK söz konusu olduğunda gereken birlik ve sahiplenmeyi gösterememektedir. Buna ben de dâhilim. Hepimiz sorumluyuz. Ama bu sahip çıkmama halinin altında başka nedenler de var. Sistemli ve bilinçli bir zayıflatma söz konusu.

2000’lerden bugüne kooperatifçilik yasalarında yapılan değişiklikler hakkında ne düşünüyorsunuz?”

Kooperatifçilik açısından bakıldığında üç temel kırılma noktası olduğunu düşünüyorum. Birincisi, destekleme alımlarının başladığı 1963–64 dönemidir. Ben bu uygulamanın o haliyle yapılmış olmasını doğru bulmuyorum, hatta kınıyorum. Çünkü bu, kooperatifçilik ruhunu zedeleyen ilk büyük darbedir. İkinci kırılma, 1980 askeri darbesi sonrasında yaşanmıştır. 1982–86 yılları arasında çıkarılan 3186 sayılı Tarım Satış Kooperatifleri Yasası ile kooperatiflerin kuruluş felsefesi tamamen değiştirilmiştir. Önceden “üreticinin gelirini artırma ve onu koruma” üzerine kurulu olan anlayış, yerini “kooperatifler ürünü alsın, sanayiye yönlendirsin” mantığına bırakmıştır. Bu da kooperatifçiliği zayıflatmıştır. Üçüncü ve en büyük kırılma ise 2000’li yıllarda, Kemal Derviş döneminde olmuştur. O dönemde çıkarılan Yasa, kooperatif sisteminin ruhuna tamamen aykırıydı. İlk hali tam bir felaketti. Daha sonra bazı bölümleri değiştirildi ama yine de o Yasayla birlikte kooperatifçilik ciddi bir yara aldı.

2000’li yıllarda yapılan yasal düzenlemeler kooperatifçiliği nasıl etkiledi? Bu süreçte neler yaşandı?

Kooperatifçiliği devlet elinden alıp özel sektöre teslim etme süreci, aslında 1999 ekonomik kriziyle başladı. O dönemde Türkiye’ye gelen Kemal Derviş, adeta bir “Düyun-u Umumiye” temsilcisi gibi, tarım satış kooperatiflerinin kapatılmasını dayattı. Ancak toplumsal direnç nedeniyle bunu tam anlamıyla başaramadılar. Ben o dönemde bu gelişmeleri birçok makalede dile getirdim. Örneğin 2000 yılında Yeni Giresun Gazetesi’nde “Tarım Satış Kooperatiflerinin Kapısına Kilit Vurulacak” başlıklı bir yazım yayınlandı. Fakat kimse dikkate almadı. O süreçte FİSKOBİRLİK’in borçları sözde devlete aktarıldı. Ama aslında yapılan, hem FİSKOBİRLİK’i hem de ona kredi veren Pamukbank gibi bankaları batırmak oldu. Bu bir senaryonun parçasıydı. Bu borç tasfiyesi ile birlikte 2000’lerin başında sıfır borçla çalışan FİSKOBİRLİK, 2006’ya gelindiğinde yeniden büyük bir borç batağındaydı. Ürünün gerçek değerinin çok üzerinde fiyatlarla alım yapılması, yönetimsel zaafiyetler, kredi kullanımı gibi adımlar bu borçlanmayı büyüttü. Bu dönemde üreticiden mal alındı ama parası ödenemedi. FİSKOBİRLİK, işlevsiz hale getirildi.

2000 yılındaki Yasa değişikliği ile devlet, üreticiye ve kooperatiflere adeta “Batın kardeşim, ben yokum” dedi. O dönemde birçok tarım satış kooperatifi ya kapatıldı ya da işlevsiz duruma getirildi. Örneğin Güneydoğu Birlik, Kayısı Birlik, Taskobirlik’in tüzel kişiliği sona erdirildi. Hâlbuki 1970–1980 döneminde FİSKOBİRLİK, Türkiye’nin toplam ihracatının %13-14’ünü, fındık ihracatının ise %70’ini tek başına gerçekleştiriyordu. Bugün ise bu oran %0’a düştü. Yani FİSKOBİRLİK %70’ten %0’a indi, yabancı bir şirket ise %0’dan %70’e çıktı. Bu tablo, fındık piyasasının nasıl el değiştirdiğini çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Tüm bu yaşananlardan hareketle, sizce Türkiye’de kooperatifçiliğin temel sorunları neler?

Yıllar boyunca çok sayıda kooperatifi denetledim. Türkiye’de kooperatifçiliğin en büyük sorunu, eğitimsizliktir. Gerek üreticiler, gerekse yöneticiler yeterince bilinçli değilse demokratik işleyiş sağlanamıyor. Ben bunu Tiftikbirlik’te görev yaparken de gördüm. Teorik olarak çok iyi bir yapı kurabilirsiniz ama uygulamada bu yapıyı işletecek kadrolar donanımlı değilse sistem işlemez.

Şöyle bir gerçek var: Eğer bir kooperatifte tüm ortaklar eşit bilgiye sahip değilse, bir kişi gelir ve herkesi güder. Şu anda FİSKOBİRLİK’te yaşanan da tam olarak budur. Yani bir iki kişinin yönlendirmesiyle büyük bir yapı sürükleniyor. Bu, kooperatifçilik ruhuna aykırıdır.

Tarım satış kooperatifleri, Türkiye'nin en güçlü ve özgün modellerinden biriydi. Kuruluş dönemlerinde çok katı kurallar vardı. Örneğin kooperatife ortak olan bir üreticinin aynı zamanda Tarım Kredi Kooperatifi’ne de ortak olması zorunluydu. Ayrıca 10 yıl boyunca kooperatiften çıkılamıyordu. Bu sistem bir istikrar sağlıyordu. Eskiden Ziraat Bankası Kanunu da buna destek veriyordu. O kanun, Türkiye tarımı için olağanüstü bir yapıydı. Bugün hâlâ bazı hükümleri örnek alınabilir.

Giresun'daki FİSKOBİRLİK ve SEKA gibi kurumların bölgeye sosyoekonomik etkisi nasıldı? Bunların kapanmasının sonuçları neler oldu?

Bu iki kurumda binlerce kişi çalışıyordu. Çalışanlar maaşlarını Giresun esnafında harcarlardı. Elbise, gömlek, ayakkabı... Hepsi Giresun’dan alınırdı. Esnaf da İstanbul’dan en kaliteli ürünleri getirirdi. O dönemlerde Giresunlu çok şıktı. Ordulular bile Giresun’a alışverişe gelirdi. Ama esnaf bu kurumların değerini bilemedi. Özelleştirme sürecinde sessiz kaldılar. Üç maymunu oynadılar. Hâlbuki o kurumlar esnafa her ay binlerce liralık ciro sağlıyordu. Bugün bir ayakkabı satılınca sevinen esnaf o zamanlar her gün onlarcasını satıyordu.

Bu iki kurum çökünce, sadece işçiler değil, esnaf da büyük darbe aldı. Ama o zaman sahip çıkmadılar. Hepimizin bu konuda sorumluluğu var. Sessiz kalmak da bir suçtur.

2000 yılında Ziraat Bankası’nda da bir tasfiye süreci yaşandı. Bu tasfiye nasıl gerçekleşti?

2000 yılında Ziraat Bankası'nda da tasfiye yapıldı. Nasıl yapıldı? Ziraat Bankası'nın personellerinin birçoğunu başka kurumlara gönderdiler. Yeni elemanlar aldılar. Çünkü eski personel direniyordu, kuruluş ve kurum felsefesine sahip çıkıyordu. O direnişi kırmak için Bankanın kıdemli personeli başka kurumlara gönderildiler, Bankadaki o direnişi kırdılar. Orada bir yönetim kültürü vardı, Ziraat Bankacılık kültürü vardı, onu bozmak için tasfiye ettiler. O da Kemal Derviş’in döneminde oldu. Mesela, TARİŞ’in Tarişbank’ı vardı, yerel bankaydı ama onu da tasfiye ettiler. Tasfiye edenler arasında yine Kemal Derviş var. Tarım Satış Kooperatiflerinin bankalaşma sürecinde aynı şeyleri yaptılar. Ellerinden aldılar diyelim, engellediler. 2000 yılında çıkan Yasada şöyle bir madde var, insanın aklı şaşıyor: “Tarım Satış Kooperatifleri devlet desteği, teşviki alamaz” diye. Bu, doğrudan tasfiye anlamına gelir.

Tabela kooperatifleri ve tek kişi merkezli yürütülen kooperatifler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu konuda bir gerçeklik payı var. Türkiye’de kooperatif türleri ve sayısı çoktur. Ayrıca, kişi merkezli yürüyor. Kooperatif demektense kişi merkezli organizasyonlar demek daha doğru olur. Belki dünyada en fazla kooperatif sayısına sahip ülke Türkiye'dir. Ama bu, verimlilik demek değildir. Tam tersine, ben bunu bir "örgüt çöplüğü" olarak görüyorum. Bu kadar çok kooperatif olmaz. Örneğin, FİSKOBİRLİK’in 50’ye yakın kooperatifi var ama bu sayı çok fazla. Yeni internet teknolojisiyle, her il merkezinde bir kooperatif yeterlidir.

Birleşmiş Milletler 2025 yılını "Kooperatifler Yılı" ilan etti. Bu tür girişimlerin anlamlı bir destek oluşturduğunu düşünüyor musunuz?

Bence bu tür destekleme söylemleri reklamatif amaçlı kullanılıyor. Kooperatiflerin sayısal olgunluğa ulaşması gerekiyor. Yani 7 kişiyle kurulup 10 kişiyle yürütülen kooperatif olmaz. Kooperatifler bir ticaret şirketidir. Organizasyon yapılırken sermaye yeterliliğine, işletme yeterliliğine ve kârlılık potansiyeline bakmak gerekir. Ben Bulancak’taki kadın kooperatiflerinden birinde en az 100 kişi olunması gerektiğini savundum. Kooperatiflerin türüne göre de değişir. Örneğin tüketim kooperatifi için her bir ilde bir tane yeterlidir. Japonya’daki tüketim kooperatiflerinin cirosu Türkiye’nin toplam bütçesinden fazladır. Başarı için ilk şart eğitimdir. Kooperatif kurmakla iş bitmez. Kurucular eğitilmelidir. Muhasebe, vergi, işletme ve benzeri alanlarda konusunda temel donanıma sahip olmaları gerekir. Kooperatifçilik felsefesi olmadan başarı beklenemez. Dayanışma esastır. Çıkarı olduğu sürece kooperatife gelen, çıkarı yoksa dışarıya yönelen bir anlayışla kooperatifçilik olmaz.

Bu ekonomik koşullarda üreticinin kooperatife güvenmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu koşullarda üreticiyi suçlamak doğru değil. Ben de aldığım ürünü özel sektöre veriyorum. Ama gerçek bir kooperatif örgütlenmesi olsaydı, eğitim sağlansaydı, üretici ürününü sorgusuz sualsiz kooperatife getirirdi. “Rekolte beyannamesi” sistemi gibi çok değerli bir araç vardı ve planlama olanağı sunuyordu. Hala var ama deforme oldu. FİSKOBİRLİK güven vermiyor. Ne fiyatı şeffaf, ne ödeme planı belli. Üretici de en iyi ürününü kooperatife değil, başka yere satıyor.

Tarım satış kooperatiflerinin özelleştirildiği söylemi de koca bir yalandır. 2000 yılında devlet "ne haliniz varsa görün" diyerek tasfiye etti. FİSKOBİRLİK’in ihracattaki %70’lik payı, 20-30 yıl sonrasında İtalyan tekelinin aynı oranlara ulaşması bunun göstergesidir. Yabancı tekel ile yerli işbirlikçileri aracılığıyla tarım satış kooperatifleri tasfiye edildi. Bugün Türkiye'deki fındık sömürüsü, 1800'lerin İngiltere’sindeki vahşi sömürüyü aratır hale gelmiştir.

Torku markası dışarıdan bir başarı hikâyesi gibi gözüküyor. Sizin değerlendirmeniz nedir?

Torku gibi özel örnekler elbette vardır, ama eğitim yönünden hepsi sınıfta kalır. Kooperatifçilikte en önemli şey eğitimdir. Paradan önce eğitim gelir. Avrupa, Japonya, ABD gibi ülkelerde başarılı kooperatiflerin temelinde eğitim var. Ama bütün eleştirilerime rağmen, Türkiye’de tarım satış kooperatifleri, kooperatifçiliğe en yakın örnektir.

FİSKOBİRLİK’in dünyanın en çok üyesine sahip kooperatiflerinden biri olduğu söyleniyor. Bugünkü etkisizliği bu durumu çelişkili kılmıyor mu?

Ortak sayısının fazlalığı Karadeniz Bölgesindeki üretim yapısından kaynaklanıyor. Bu üretimin küçük ölçekli olduğunu gösterir. Ancak, sayısal büyüklük değil, nitelik önemlidir. Eğer, 200 bin civarındaki ortak eğitilmiş olsaydı, ekonomik olarak Fiskobirlik’i ve Türkiye’yi yerinden oynatabilirlerdi. Ama yasal kısıtlamalar da var. Sadece tek ürün üzerinde çalışma zorunluluğunu doğru bulmuyorum. Sistemin iyi işlemediğini gösteriyor.

Ana ürün fındık olmakla birlikte, fındık bahçelerinde başka üretim modelleri geliştirmek mümkün mü?

Kesinlikle mümkün. Fındığın yanı sıra ısırgan, sakarca, galdirik gibi ürünler kurutulup paketlenebilir. Hayvancılık yapılabilir: tavuk, hindi, kaz, koyun gibi. FİSKOBİRLİK bunları planlamalıdır. Pazarlamayı organize etmelidir. Bazıları satılmış olsa da depolama için imkânları vardır. Ayrıca her bir kooperatife boylama, kırma, paketleme amaçlı üretilen “Girasun” makineleri seti verilmelidir. Kaliteli fındık kırılıp ayıklanıp ekstra ürün olarak pazarlanmalıdır. Üretici yılın 12 ayı çalışmalıdır. Ortanca üretimi bile bu modelin parçası olabilir. Bir ortanca çiçeği dalı 4-5 Euro bedelle ithal ediliyor. Bahçelerde bir dönüm ortanca yetiştirmek bile büyük gelir demektir.

Ama şimdi şöyle bir faktörde var, Küresel ısınma. Fındığın son 10 yılının olduğunu düşünüyorum. Tabii fındık yok olmaz ama fındık üretiminin rekoltenin çok çok daha aşağılarına düşeceğini tahmin ediyorum ve görüyorum. Bilimsel çalışmalar da bunu gösteriyor. Fındığın peki kurtuluş reçetesi nedir diye sorsam size reçeteniz nasıl olurdu?

Üreticinin para kazanacağı, milli gelirden aldığı payı yukarı çekecek bir sistem kurulması gerekir. Bu bir planlama işidir. Türk tarımı, özellikle 1980 sonrası dönemde milli gelirden aldığı pay açısından sürekli geriye gitmiştir. Fındık üreticisi para kazanmadığı sürece bu iş sürdürülebilir değil. Bunun yanı sıra FİSKOBİRLİK gibi kurumlara sahip çıkılması, korunması gerekir. Üreticiye akıl veren sanayiciler ve ihracatçılar aslında üreticiyi küçümsüyor. Kahverengi Kokarca'yı üretici temizlesin diyorlar, ilaçlamayı üretici yapsın diyorlar ama fındık fiyatını da onlar belirliyor. Üretici hiçbir yıl devletin ilan ettiği taban fiyattan fındığını satamıyor. Zarar ediyor. Ben de son üç yıldır zarar ediyorum. Bu sürdürülebilir bir sistem değil. Bahçenize bakmazsanız, verim düşer. Çiftçiyi, küçümseyenlerin, gerçekte öngörüsüz insanlar ve kurumlar olduğunu söylemeliyim.   

Geçtiğimiz günlerde TMO 2022 yılının fındığını satışa çıkardı. En yüksek teklif 162 TL, en düşük 160 TL civarında. Ancak satış iptal edildi. Bu neye yaradı, bu kime yaradı, amacı neydi sizce?

TMO kurulduğunda amacı üreticiyi korumaktı, savaş koşullarında tahıl stoklamaktı. İlgi alanı tahıl, bakliyat ve afyondu. Fındıkla tarihsel olarak ilgisi yoktu, bu alanda zaten FİSKOBİRLİK vardı. Şimdi ne yapıyor? Özellikle Giresun fındığını almayıp endüstriyel kalite fındığı alıyor, Giresunlu üreticiyi tüccara yönlendiriyor. Parayı da geç ödüyor. Sonra da ertesi yılın Mart ayından itibaren fındığı piyasaya vererek fiyatı baskılıyor. Bu, tekelci firmalara bedava depoculuk yapmaktan başka bir şey değildir. FİSKOBİRLİK iç fındık işleyip ihraç ederdi. TMO bunu yapmıyor. Yalnızca, tekellere depoculuk yapıyor ve stok maliyetlerini karşılıyor.

Röportajın dışına çıkarak özel bir söylemde bulunmak isterim. Salt Fındık Gazetesi’ni yaşatmak için tek başıma çok çabalıyorum. Bu sayıyı çıkarmak için Giresun’un Bulancak ilçesine bağlı Eriklik Köyü’nde Refik Aslan’a ait Blueberry bahçesinde taşıyıcılık yaptım. Bu kadar büyük paraların konuşulduğu bir ortamda bağımsız gazeteciliğe destek olunmaması neden?

Bir gazeteye sahip çıktıklarında, fındık ile ilgili işletme sahipleri, o zaman gerçek anlamda burjuva olurlar. Şu anda sadece zenginler. Burjuva kültürel üretimi destekler. Sanatı, gazeteyi, kültürü destekler. Bunlar gerçek anlamda burjuva olduklarında, “Salt Fındık Gazetesini” de diğer gazeteleri de desteklerler. Türkiye’nin ve Giresun’un 100 yıllık kaç gazetesi var? Kaçı yaşıyor? Herkesin yerel gazetelere sahip çıkması gerekir. Ticari kazançtan bağımsız olarak bu bilinçle hareket edilmesi gerekir.

Eskiden insanlar 5-10 ton fındıkla ev alır, çocuk evlendirir, ağa gibi yaşardı. Şimdi 50 ton fındıkla maraba gibi geziyorlar. Evet, durum budur. Fındık üreticisi artık kazanamıyor. Kazanamadığı için üretmek istemiyor. Artık örgütlenmesi şarttır. Ama örgütlenmeden önce eğitilmeleri zorunludur. Eğitilen her bir üretici, yerel gazetelerine de sahip çıkar.

Peki, örgütlenme nasıl olacak?

Birincisi eğitim, ikincisi dayanışma. Sermaye gerekli ama en önemli şey eğitim. Örnek vermek gerekirse İspanya’nın Mondragon Kooperatiflerinden söz etmek isterim. Franco döneminde sosyalist bir papaz Bask bölgesine gidiyor ve çocukları 11 yıl eğitiyor. Hem mesleki eğitim veriyor hem kooperatifçilik eğitimi. Sonra bu öğrenciler, MONDRAGON kooperatifini kuruluyor. İlk olarak bir soba fabrikası ile üretime başlıyorlar. Ardından hızla büyüyorlar. Şu an 100 bin çalışanı var, çip üretiminden televizyona, bankacılıktan sigortacılığa her alanda faaliyet gösteriyorlar. Emeklilikte arsa ve konut veriliyor, işten atılma yok. Demokratik bir yönetim sistemleri var.

Ülkelerinde kooperatif olup Türkiye’de şirket olarak Robobank, Grupama’yı anımsatmak isterim. Esnaflar, yıllarca tüketim kooperatiflerine itiraz ettiler, karşı çıktılar. Ama bugün pazarlarını süper marketlere kaptırdıkları ortadadır. Asıl hedeflerini şaşırdıkları için FİSKOBİRLİK’in Fisko Market’ine karşı çıkıyorlar. Oysa dünya örneklerine bakarsak tüketim kooperatifleri çok önemlidir. Almanya’da belediyelerin önderliğinde kurulan 1500 enerji kooperatifi ülkelerinin ev tüketiminin yarısını sağlıyor. Bu tür örgütlenmeler, sermaye ile değil dayanışma ve eğitimle mümkündür.

Torku gibi örnekler var ama ben Torku’nun modelini çok başarılı bulmuyorum. Eğitim ve kooperatifçilik kültürü olmadan yapılan işler kalıcı olmuyor. Oysa Mondragon gibi modeller sistematik bir yaklaşım sunuyor.

Kooperatifçiliğin olmazsa olmazı eğitimdir. Dayanışmadır. Kooperatifçilik bir kültür meselesidir, günü kurtarma meselesi değildir.