Çöp Dağının Arkası Festival

İzlenimlerimi paylaşmak istiyorum. 

Küçük kentlerin sıkıcılığını duymuşsunuzdur; hiç değilse Nuri Bilge Ceylan filmlerinden bilirsiniz bunu. Kentte hayat öylesine ağırdan akar ki bir değişmezlik duygusunun ellerinden sımsıkı tuttuğunuzu fark edersiniz. Değişime karşı nasıl da bunca hissizleştiğinizi anlarsınız. Misal; şehrin en güzel yerinde, antik çağların yaşam izini taşıyan Aretias adasının tam karşısında sanki birden bir çöp dağı yükselir fakat siz bunu yıllar sonra başka bir vesileyle fark etmiş olursunuz. Halbuki söylemeye bile gerek yoktur; Aretias’tan anakaraya bu tarafa doğru bakan sefil bir martı bile sizden çok zaman önce keşfetmiştir çöp dağının yükselişini. Çünkü bir martı için bu çöp dağı Heinrich Schliemann’ın Troya’da aradığı meşhur Akhilleus tümülüsü gibi büyük bir zenginlik demektir.

Çöp dağı meselesi analiz yapmak için oldukça bitek bir konu olmasına rağmen bugün bu konuyla ilgilenmeyeceğim. Fakat geçerken de olsa şu soruları sormam gerekiyor. Acaba bu işin doğrusu hangisidir; orada önce bir çöp dağı vardı ve sonra bunun yanına güzel bir festival alanı yakışır diye mi düşündü yetkililer? Böyle düşününce ne tuhaf değil mi!

Belki de tam tersidir. Önce orada bir festival alanı inşa edilmiş ve sonra da hemen yan taraftaki o büyük boşluğun anlamsızlığı kendini göstermiştir. Böylece çöp dökmek için lazım olan en ideal yer birdenbire meydana çıkmış olmalıdır. Gerçekten de merak ediyorum; acaba ilk önce hangi yetkilinin aklına gelmiştir oraya çöp dökmek fikri? Şahane fikir! Acaba bir murat almışlar mıdır bu hayırlı işlerden burunlarının ucunu göremeyen yetkililer?

Fındık İşçisi Çöp Değildir

Hepsi bu kadar olsa yine iyiydi! Bir de kente gelen mevsimlik işçilerin konaklama alanı meselesi var ki çöp dağı kadar utandırıcı geldi bana. Çöp dağının etekleri festival alanı olarak düzenlendiği gibi aynı zamanda fındık işçilerinin konaklama alanı olarak da organize edilmektedir. 

Konaklama alanı elbette eskiye oranla daha işlevsel ve daha insani şartlara sahiptir. Valiliğin sitesinde yer alan bilgilere göre neticede 160 kişinin konaklayabildiği 20 adet prefabrik evden oluşan bir yaşam alanından bahsediyoruz. Burada benim dikkatimi çeken şey ise çok daha farklıdır.

Zihnimde festival, fındık işçileri ve çöp dağı kavramlarını, kavramsal düzeyde bile yan yana getiremezken Giresun’un bunu reelde başarmış olması elbette canımı sıktı. Çöp dağının yanına festival sözcüğünü, festivalin yanına da çöp dağını yakıştıramadım: çünkü kesinlikle birbirlerine yakışmıyorlar! Hele ki bu çağda ‘ıslah edilmiş bir çöp dağı’ olsa bile işçileri böyle bir yerde konaklamaya mecbur bırakmak da neyin nesidir? Olur şey değil! Biliyoruz ki emek en yüce değerdir. Ve bu tarz tercihlerin simgesel bir anlamı vardır. Belli ki kenti yönetenler tarım işçilerine fındık işçileri üzerinden böyle bir mesajı uygun görüyorlar. Mesaj gayet açıktır: eğer bu kentte bir tarım işçisi olarak çalışmak zorundaysanız yatıp kalkacağınız yer en fazla burasıdır; çöp dağının eteğidir denmiş oluyor.

‘Sorunlarımız büyüktür; klavye başında yazıldığı gibi kolayca da çözülmüyor’ diye düşünenlerimiz olacaktır elbette. Çok haklılar. Fakat düşünce üretmeden eleştirileri dikkate almadan demokratik ve estetik bir yaşam alanı kurulamaz.

Şimde de festivalden edindiğim izlenimlere ve aldığım notlara birlikte bir göz atalım.

Mayıs Yedisi

18-23 Mayıs tarihleri Giresun Belediyesi tarafından Aksu Festival’inin etkinlik haftası olarak belirlense de şenliklerin merkezinde bölgede Mayıs Yedisi diye bilinen ve 20 Mayıs tarihinde yapılan etkinlikler yer almaktadır. Bilindiği gibi Rumi takvimden miladi takvime geçişte 13 günlük bir fark oluşmuştur. Dolayısıyla 20 Mayıs günü Giresun halkı için hala Mayıs Yedisidir. 

Mayıs Yedisi Giresun’a baharın geldiği ve yayla göçünün başladığı gündür. Yüzlerce yıldır uygulanan ritüeller şimdi bu şenliklerde renkli görüntülere neden olmaktadır. Giresun Belediyesi öncülüğünde gerçekleştirilen etkinliklerin kültürel mirasın aktarımı ve korunması adına büyük bir işlevi olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Bilindiği gibi bu bölge tehcir ve mübadeleden etkilenmiş olan bir bölgedir. Zira bölgede Rumlar, Ermeniler, Gürcüler ve Türkler uzunca bir süre barış içinde yaşamışlar ve dolayısıyla geleneklerin oluşumuna da birlikte etki etmişlerdir. Bir söyleme göre Mayıs Yedisi etkinliğinin bu bölgede üç bin yıllık bir geçmişi vardır. Yani Türklerin bölgeye gelişinden önceki döneme atıfta bulunan bir söylemdir bu. Bir söyleme göre ise Orta Asya’dan gelip bölgeye yerleşen Müslüman Türklerin şamanlıktan kalma alışkanlıklarını da işaret eden ritüellerdir bunlar. 

Çöp dağının üstünde çalışmalar sürüyordu. Arka yüzde hafriyat kamyonları ve kepçeler sanki şehrin ayıbını ıslah eder gibi tümülüsü ıslah etmekteydiler. Festival alanına vardığımda tümülüsün eteğinde kurulan semt pazarıyla karşılaştım. Pazar ne alaka dedim kendi kendime. Bir an için yanlış ilerlediğimi sandım. Sonra birden aklıma Kemal Tahir’in Devlet Ana romanında tasvir ettiği yayla göçünün konaklama sahneleri geldi. Böylece buraya pazar kurulmasının ne anlama geldiğini daha iyi idrak etmiş oldum. Tezgahlardaki ürünlere baktım; gerçekten de her şey bir yayla göçünü işaret ediyordu. Hayvanların boynuna takılan ziller, çanlar, kelekler bile pazara getirilmişti. Urganlar, girebiler, oraklar ve nacaklar. Giyim kuşam, yeme içme ne ararsan vardı. Her şey vardı da yola düşüp yaylaya çıkacak olan bir kervan yoktu.

Konservatuvarın Patlayan Tüfekleri

Festival alanına girdim ve tribünde bir yere yerleştim. Festivale rağbet yüksekti, katılım gayet iyiydi. İnsanlar eğlenmeyi özlemiş görünüyordu. Ortada bir sahne vardı. Sahnenin tam karşısına şehrin protokolünü yerleştirmişlerdi. Protokolde il ve ilçe belediye başkanları, vali yardımcısı, rektör, milletvekilleri ve birkaç bürokrat ile birkaç siyasetçi bulunuyordu. Protokoldekilerin birbirlerini selamlamaları, konuşmaları, sacayağından geçme faslı derken en sonunda halk oyunlarına sıra geldi. Kolombiya, Gürcistan ve Ukrayna’dan gelen halk dansları topluluklarının yanı sıra başka il ve ilçelerden gelen dans ekipleri de sırayla sahne aldılar. Giresun Belediyesi Konservatuvarı Dans Topluluğunun kuru sıkı tüfeklerle yaptığı gösteri dikkat çekiciydi.

Sacayağı ve 7 Çift 1 Tek Taş 

Mayıs Yedisi etkinliği bitmeden ve kalabalığa kalmadan Aksu deresi ile denizin buluştuğu yere gittim. Bahşiş karşılığında sacayağından geçenleri izledim. Sacayağının ana rahmini temsil ettiğini öğrendim. Çocuğu olmayanların sacayağından geçerek tanrıdan hayırlı bir evlat dilemeleri fikri gözüme ne kadar romantik görünse de C. G. Jung’un bu tür durumları ilkel psişemizle ilişkilendirmesini anımsadım. Elbette Marx gibi sosyal olgularla açıklayacak değildi ya! 

Sacayağından geçenler daha sonra sırtlarını dereye dönüp, dilekte bulunuyor ve ellerindeki 7 çift 1 tek taşı dereye atıyorlardı. 

Sacayağından geçmesem de dilekte bulunup taşlarımı dereye attım. “Derdim, belam dereye!” dedim. Suyun, karşıma çıkan bütün kötülükleri götürüp onun yerine iyilikleri getirmesini umdum. Suyla arındığımı varsaydım. Suya attığım taşların tıpkı doğruluk dürüstlük gibi suda dimdik ayakta kalmasını temenni ettim. Bolluk bereket dilenen ve bahara merhaba denen bu güzel günde kendimi garantiye almış olmanın sevinciyle hafifledim. 

Eskiden kayıklarla adaya gidilirdi ve adanın etrafında yedi tur atılırdı. Fakat geçtiğimiz yıllarda yaşanan facia nedeniyle artık bu tarz etkinliklerin yasak olduğunu belirtmem gerekiyor. Oysa denetleyerek, düzenleyerek turistik bir deneyime dönüştürerek bölge insanının ekonomisine katkıda bulunmak yerine ne yazıktır ki yasaklamak tercih ediliyor. En kötüsü de yüzlerce yıldır ifa edilen bu tür gelenekler toplumsal hafızadan böyle parça parça koparılmış oluyor. 

Mayıs Helvası 

Mayıs Yedisini Bulancak’ta Şeker Ahmet’ten aldığım mayıs helvasıyla tamamlamış oldum. Çocukluğumun en güzel tatları arasındaydı mayıs helvası. Annemin elinden tutarak iskeleye gittiğim vakitlerdi. İskeleden kayıklara doluşup balık istifi denize açılanları anımsıyorum hayal meyal. Benim çocuk yüreğimde bir bayram havası olurdu. Dönüşte de mayıs helvası alırdık. Macun kıvamında ve bol fındıklı mayıs helvasının tadına doyulmazdı. Elbette artık o lezzeti bulmam mümkün değildi. Çocukluğumla uçup gitmişti bütün o tatlar.

Bahara ve Umuda Açılan Kapı; Festival

Giresun Belediyesi festival programını şehrin farklı noktalarına yayarak belli ki halkın daha geniş bir katılımını hedeflemişti. Bunda gayet başarılı olduklarını hemen belirtmeliyim ve hatta diğer kentlerin de bu uygulamaları örnek almalarını temenni ediyorum. Çünkü festival alanına sıkıştırılmayan bir programın kenti nasıl da ferahlatıp genişlettiğini bizzat görmüş oldum. 

Konserler, halk dansları, festival yürüyüşü ve bir savaş uçağı ile yapılan gösteriler sayesinde kentteki sıkıcılığın bir hafta boyunca kentten uzaklaştırıldığını gördüm.

Simülasyondayız: Göğe Bakalım

Savaş karşıtı ve yaşam savunucusu bir yurttaş olarak savaş araç gereçlerinden hiç hazzetmesem de ölüm kusan makinaların gösterisini izlemek üzere Giresun kalesine çıktım. Çoluk çocuk, genç yaşlı pek çok kişi surların üzerindeydi. Halkın teveccühünü ciddiye almak gerekiyor. Bu teveccühü iki şekilde okudum. Birincisi Jean Baudrillard’ın simulakrının uçağa hayran hayran bakan kitlede nasıl işlediğiydi. Ölüm, kan, gözyaşı ve keder getiren bir savaş aracının tıpkı bir oyuncak ya da usta bir dansçı gibi gösterilmesi aslında içinde bulunduğumuz simülasyonun nasıl da amacına uygun bir biçimde çalıştığının bir göstergesiydi. (Bakınız Gazze’yi de yerle bir eden savaş uçakları!)Hipergerçeğin içinde nasıl kaybolunduğunun ispatıydı bu. Marcel Duchamp’ın pisuvarı ters çevirme hadisesi kadar etkin bir bilinç bükülmesiydi gördüğüm şey.

İkinci olarak da Turgut Uyar’ın ‘Göğe Bakma Durağı’ şiirindeki romantik ve biraz da karamsar mizah aklıma düştü. Kulağımın içinde ‘Göğe bakalım’ diyordu Turgut Uyar.

Akşam Erken İner Kente

Eğlence unsuru demokratik ve adil bir toplumun temel ögelerinden biridir. Özellikle de gençliğin en acil talebidir ve dünyanın her yerinde de bu böyledir. Eğlencesi olmayan toplumlar baskılanmış, içe kapanmış ve gençliğini yemiş bitirmiş adeta harcamış toplumlardır. Orada ne huzur vardır ne de ağız tadı. 

Artık şunu söyleyebiliriz. Küçük ve sıkıcı kentlerin sokakları gerçekte genişleyen mahpushanelerin avlularıdır. Boşuna yazmamıştır o dizeleri Ahmed Arif: “Akşam erken iner mahpushaneye” diye. Bu şiirde içerideki bir kişiden çok dışarıdaki kişi vardır. Gürül gürül akan yaşama sevincinin mahpusluğu vardır. Tıpkı Saraçhane’de anayasal haklarını kullanan gençlerin yaşama sevincidir oradaki kişinin yaşama bağlılığı da. (Gençleri hala serbest bırakmadılar!)

Evlerinden sorumlu oldukları kadar kentlerinden de sorumludur insanlar. Eğer daha iyi bir kentte yaşamayı hak ettiğimizi düşünüyorsak; istemek, örgütlenmek, talep etmek, mücadele vermek zorundayız! Çünkü akşam erken iniyor şehre!